Osmanlı’ da, Halkla ilişkiler
OSMANLI’DA HALKLA İLİŞKİLER
Metin Kazancı*
ÖZET
Türkiye’de yazılmış halkla ilişkiler kitaplarının hemen hemen tümü halkla ilişkilerin tarihini Amerika Birleşik Devletleri’ndeki halkla ilişkiler uygulamalarının tarihi olarak alırlar. Ülkemizle ilgili
tüm yazılanlar bir iki cümledir: “Kanuni halkı çok severdi, Fatih halkla sık sık bir araya gelirdi.
II. Mahmut iyi bir halkla ilişkiler uzmanı idi ” gibi. Oysa durum Osmanlı’da çok farklıdır. Bugünkü anlamda halkla ilişkiler yoktur ama Osmanlı’nın kendine özgü halkla ilişkileri vardı. Biz bu
yazıda bu konulara olabildiğince açıklık getirmeye çalışacağız. İlk defa kağıda dökülen Osmanlı’nın halkla ilişkileri kuşkusuz daha geniş ve ayrıntılı incelemelere gereksinme göstermektedir.
Sınırlı Osmanlıca bilgimle ama konuyu biraz da yayarak, bu başlangıcı ben yapıyorum. Ama bu
önemli konu, yetişecek iletişim tarihçileri tarafından ayrıntılı olarak incelenmeyi beklemektedir.
Anahtar sözcükler: Halkla ilişkiler, halkla ilişkiler tarihi, Osmanlı Devleti
PUBLIC RELATIONS IN THE OTTOMAN EMPIRE
ABSTRACT
Almost all of the books written in Turkey on public relations, take the history of this profession as
the history of public relations practices in USA. All that’s written about Turkey is limited to a few
statements; “Kanuni loved his people very much. Fatih often had meetings with them. II. Mahmut
was a fine expert of public relations.”. Yet the reality is quite different. Ottoman State had special
public relations practices. It would be wrong to call it public relations in today’s terms but the
Ottoman Empire had a notion of public relations of its own. I will try to reveal these issues in this
paper as much as I can. On the other hand, the issue of public relations in Ottoman Empire that
has been explored in a paper for the first time, requires no doubt broader and more elaborate
studies. I am giving the start in a sense, my knowledge in Ottoman language being limited but my
intention was also expanding the issue. Finally, this issue needs to be studied elaborately by the
future historians of communication.
Keywords: Public relations, public relations history, Ottoman Empire*
Prof. Dr. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
Bir ülkede halkla ilişkilerin uygulanma ve anlayışının iki temel ölçütü vardır. Bunlardan ilki ve
kuşkusuz çok önemlisi siyasal sistemin; halkı,
yönetileni, vatandaşı, tebaa’yı nasıl gördüğüdür.
Devlet-halk etkileşimin fonksiyonu yani temel
değişkeni siyasal sistemin ta kendisidir: Çünkü
bundan sonradır ki devlet siyasal sisteminin
isteği ve izni doğrultusunda kendisini halkın
etkisine açacak ya da açmayacaktır. Sözgelimi
krallık sisteminde kralın dediği kanundur. Devleti , yapı ve işleyişiyle kral temsil eder ve
yaşatır. XIV. Louis’nin “État c’est moi-Devlet
benim”sözü tam anlamıyla bu siyasal saptamayı, bu gerçeği yansıtmaktadır. İkinci nokta ise
halkın siyasal iktidara yaklaşımı onu nasıl görüp
yorumladığıdır. Siyasal iktidarın ne için var
olduğu, ana görevinin ne olduğu ve bu iktidar
karşısında kendi konumu ikinci noktanın temel
parçalarıdır. Bu siyasal girişe bağlı olarak denebilir ki halkla ilişkiler uygulamasının özgün
sorunlarını açıklayabilmek için her şeyden önce
iki konunun açıklığa kavuşturulması gerekir.
Yani halkın yönetimden beklentileri açıklanmalı. Yönetimin bu beklentilere karşılık verebilme
gücünü ortaya koyan kurulum ve çalışma biçimi
ortaya konulmalıdır. Ve yine bu iki noktaya
açıklık getirildiği ölçüde ülkemizde halkla ilişkilerin hangi koşullarda nasıl uygulandığını, halkın yönetime karşı tutumunun ne olduğunu
anlamak mümkün olacaktır. Bu temel sorulara
cevap vermek için başka bilim alanlarına yollama yapmak ve özellikle de toplumsal yapımızın
belirgin özelliklerini açıklamak gerekecektir.
Belirli bir dönemde son bulan siyasal rejimler
etkilerini gelen sisteme aktarır ve bir süre onların bünyesinde kurum ve alışkanlıklarıyla yaşarlar. Cumhuriyetin halkla ilişkileri için Osman-lı’yı temel özellikleriyle bilmek gerektiği kuşkusuzdur. Belirli ölçüde reddetsek de hem tarih
açısından hem de sosyolojik olarak mirasçısı
olduğumuz Osmanlı’yı halkla ilişkiler konusunda incelemek bugünkü halkla ilişkiler sorunlarımızı anlamada bize çok yardımcı olacaktır.
Bu yazıda Osmanlı’da halkla ilişkiler olarak
yorumlanabilecek uygulamaların neler olduğu
konusunda görüşlerimizi açıklayacak ve bol bol
örnek vererek sistemi okuyucunun daha iyi
anlamasını sağlamaya çalışacağız. Belirtelim ki
Osmanlı’da halkla ilişkiler konusu halkla ilişkiler yazınında ilk kez incelemeye alınıyor. Bu
konuda yazılmış, çizilmiş hatta düşünülmüş
şeyler çok az, hatta yok. Eksik de olsa bir başlangıcı yapmanın akademik hazzını yaşıyorum.
Ama çok daha önemlisi bu alan genç halkla
ilişkiler uzmanlarının ayrıntılı araştırmalarını
bekliyor.
A. GENEL ÖZELLİKLERİ
Tıpkı çağdaşı ülkelerde olduğu gibi Osmanlı’da
da planlı bir halkla ilişkiler uygulaması yoktu.
Bu dönemin siyasal yapısı ve yönetim-halk
ilişkisi kendiliğinden yürüyen ve tümüyle
siyasal otoritenin isteğine kalmış neredeyse tek
taraflı bir uygulama niteliğinde idi. Siyasal
iktidarın yani halife-sultanın Allah adına davrandığı savı ve bunun halk tarafından benimsenmesiyle, halkın kural koyma yetkisi elinden
alınmış olmaktadır. Bırakın kural koymayı,
halkın basit isteklerde bulunması bile bundan
böyle olanaklı değildir. Halife-sultan adı
üstünde, dinsel kurallara uymak zorunda
olmasına karşın dünyevi sorumluluğu
bulunmayan, kimseye hesap verme durumunda
olmayan bir otorite idi. Çünkü o bütün
eleştirilerin ve yanlışlıkların dışında tutulmakta
idi. Padişahın tek sorumluluğu tanrıya karşı
olup, o da bu dünya ile ilgili değildi. Ancak
halka karşı güzel, eşit ve hakkaniyetli
davranmak gerekli idi. Dini hukuka göre yani
şeriata göre davranmak temel ilkeydi (İnalcık
2003: 77 vd). Devletin gücünü bu ilkeye göre
yönlendirmek ve kamusal eylem ve işlemleri bu
ilkelere göre yürütmek önemli bir dini görev ve
zorunluluk olmuştu. Kuran’ın Nisa Suresinde
“Allah size insanlara hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder” hükmü
bulunmaktadır. Kuran ile konulmuş bu ve
benzeri yönetsel kurallar padişahı bağlayan
genel dini emirler ve hükümlerdir (Lewis 2005:
140). Bu aşama, Osmanlı’nın yönetilen ile olan
ilişkisinde birinci önemli duraktır. Ayrıca bu
genel kuralın ayrıntılandırılması ve uygulama
kurallarını koyma yetkisi sultana bırakılmıştır.
Yani ana ilkeden ayrıntıya inilmesi sırasında
gerekli kurallar padişah iradesi ile
doldurulmakta idi. Buna “Sultani Hukuk”
deniyordu (İnalcık 2003: 79). Sultani hukuka en
güzel örnek, adaletnamelerdir. Adaletnameler
padişah tarafından yayınlanan, yöneticilerin
halka adil ve eşit davranmalarını buyuran,
olayları kurallarla ilişkilendiren padişah
iradeleridir (İnalcık 2000: 75). Bunu yerine
getirirken padişah ne bir etkiye maruzdur ne de
bir halk baskısına. Ortada yalnızca bir dilekçe
ya da saygı dolu bir reaya dileği vardır. Hepsi o
kadar. Adaletnamelerin halka duyurulması
şarttır ve bu görev asıl olarak kadılara
verilmiştir. Konuyu halka duyurmada sistemin
çok duyarlı ve titiz davrandığı, herkesin
duyması için çaba gösterildiği anlaşılmaktadır.
Adaletnamelerde zaman zaman şeyhülislamın
da onayı bulunurdu (İnalcık 2000: 70). Zaten
Padişahı bağlayan en önemli dünyevi önlem
şeyhülislamlık kurumu idi. Onun da etkisi
kişiden kişiye değişiyordu. Birazdan Şikayet
Defterleri konusunu işlerken göreceğimiz gibi,
merkezi bürokrasiye kimi kişi ve kurumları
halkın şikayet etmesi olası ise de Osmanlı’nın
halkı ile ilişkisi tek yönlü, asimetrik bir ilişki
idi. Osmanlı’da devlet-halk ilişkisi yöneten
ağırlıklıdır. Yani Osmanlı modeli tüm öteki
monarşik modeller gibi devlet daha doğrusu
padişah merkezlidir. Bu da, not edilmesi
gereken ikinci önemli noktadır.
Halkın sorunları, kuruluşun ilk yıllarında,
bizzat beyle halkın yüz yüze ilişkisi ile
çözülebiliyordu. Osmanlı’nın ilk yıllarında
özellikle Osman (1299-1326) ve Orhan (1326-
1360) döneminde halkın bu hanlarla yüz yüze
gelerek istek ve dilekte bulunması, şikayetlerini
bildirmesi doğal ve geleneklerin izin verdiği bir
uygulama idi. İlk dönemlerde Osmanlı
beylerinin son derece sade ve gösterişsiz bir
yaşamları vardı. Bir başka deyişle bir ölçüde
halk ile beyin yaşamı ve sorunları arasında pek
büyük fark yoktu. Bey, halktan mal mülk,
yaşam biçimi ve en önemlisi saygınlık
açısından farklılaşmamış idi. Örneğin hem
Osman’ın hem Orhan’ın mal varlıkları birkaç
koyun ve birkaç kap kacaktan ibaretti. Bunlara,malını mülkünü sağa sola ve yabancı devlet
adamlarına armağan olarak gönderen, doğru
dürüst mal varlığı olmayan I. Muratı da (1360-
1389) eklemek yanlış olmayacaktır (Nuri Paşa
1992: 20). Ancak ne var ki, okuma yazma
bilmeyen Osmanlı’nın bu ilk üç padişahından
sonra durum değişir. Yıldırım Bayezit’le
(1389-1402) birlikte halktan farklı, biraz da
halktan uzak yaşama biçiminin başladığını
görmekteyiz (Hammer 1991: C.1, s.110,
Montaigne 1982: 223) . İstanbul’un alınışıyla
birlikte ise durumun tümüyle değiştiğini,
yönetimin halka karşı tutumunda önemli
yenilik ve değişiklikler olduğunu bilmekteyiz.
Fatih’le birlikte artık imparatorluk dönemi
başlıyordu. Bir kere Fatih Sultan Mehmet artık
sokaklarda dolaşabilecek zamana sahip biri
değildi (Goowin 1998: 27). Ayrıca sultanın
güvenliği ön plana çıkmıştı. Fatih’in seveni
kadar sevmeyeninin de olması artık çok
doğaldır. Dolayısıyla sultanın güvenliğiyle
ilgili özel önlemler gerekmektedir. Bu amaçla
oluşturulan koruma birimleri ve kurumlar,
padişahın halkla ilişkisinde önemli bir başka
engeldir. Bundan böyle bu koruma ve korunma
anlayışı, halkla ilişkiye önemli sınırlamalar
getirdiği gibi yönetimin en tepe noktasında
bulunan karar alıcısının yani padişahın bilgi
belleğinin genişlemesine de engel olan
önemli bir etmendir. İşte Fatih’in aldığı ya da
almak zorunda kaldığı alanımızla ilintili birkaç
önemli karar ve uygulama :
İstanbul’un alınışından sonra Fatih Sultan
Mehmet (1444-1481) yaptığı düzenlemelerle,
aldığı kararlarla bazı uygulamaları
yasaklamıştır. O güne değin herkese açık olan,
özellikle halka açık olması nedeniyle de ilginç
bir halkla ilişkiler örneği oluşturan, divan
toplantılarıyla ilgili bazı sınırlamalar, bazı
yasaklar getirilmiştir. Örneğin bir Türkmen
toplantı sırasında divan odasına kadar girip
elinde bir dilekçe ile “Devletli hünkar
hanginizdir? ” diye sorar. Fatih, kendisinin o
sırada divanda bulunan yöneticilerle
karıştırılmış olmasından son derece rahatsız
olmuştur. Bu sözlerden çok hiddetlenmiş ve
aynı zamanda üzülmüştür. Sonuçta divanda
vezirlerle toplanmayı ve bu toplantıları halka
açmayı, toplantılara halkı davet etmeyi
yasaklar. Bundan böyle divan padişahsız
toplanacak ancak halk gerektiğinde yine divana
başvurabilecektir ve toplantılara sadrazam
başkanlık edecektir. Fatih Sultan Mehmet
bundan sonra bu toplantıları bir süre kafes
arkasından izlemiş daha sonra da boşvermeye
başlamıştır (Hammer 1991: C. 2, s. 184, Nuri
Paşa 1992: 65). Ünlü bir tarihçinin yorumuna
göre “Bundan sonra halkla temas azalmış hatta
yok olmuştur. Vatandaş ile devlet arasındaki
perde giderek kalınlaşmıştır.”(Uzunçarşılı
2003: C.1, s. 499). Ayrıca günümüzde önemli
bir halkla ilişkiler yöntemi olan ve oldukça
yaygın olduğunu bildiğimiz “eş, dost, akraba
ya da yönetici çevre ile birlikte yemek yeme”
usulü Fatih Sultan Mehmet tarafından
yasaklanmıştır. Oysa bir çok ülkede birlikte
yemek yeme sırasında devlet sorunları
konuşulup tartışıldığı gibi halkın sorunlarına da
değinilip bunlara çözüm aranıyordu. Kısacası
bu yemekler, halkın değişik türdeki
sorunlarının hatırlanması, görüşülmesi ve
onlara çözüm bulunabilmesi için iyi birer
fırsattı. Fatih kanunnamesinin bir maddesinde
“İrade-i mahsusam zatı şahanemle birlikte hiç
kimsenin taam etmemesidir. Eski usulü
kaldırıyorum.” hükmü bulunmaktadır. Bu
emirle Fatih bundan böyle kendisiyle birlikte
yemek yenmesini yasaklamaktadır (Yücel ve
Sevim 1990: C.2,s.193). Bu yasak Osmanlı’nın
son dönemlerine kadar sürmüş, padişahlar
yemeklerini tek başlarına yemişlerdir. Kaynağı
ve yaratıcısı kim olursa olsun bu uygulama, bir
açıdan padişahın yalnızlığa itilmesinin ilk
işareti, ilk belirtisidir.
Sistemin ikinci yanını oluşturan halk (tebaa)
açısından durum çok daha farklıdır. İstanbul’un
alınışından sonra kendilerine iş sahası
açılacağını ve saygınlık göreceklerini sanan
Türkmenler Anadolu’dan akın akın ve iş, güç
sahibi olmak hevesiyle, büyük bir heyecan
içinde İstanbul’a gelirler. Gelirler ama, ne
yazık ki hevesleri kursaklarında kalır. Çünkü
Fatih Sultan Mehmet, önceleri İstanbul’a
yerleşmeleri için davet ettiği bu insanları,
bırakın devletin üst düzey görevlerini, orta
düzey görevlerde bile kullanmayı düşünmez ve
gelen istekleri, toplu önerileri geri çevirmeye
başlar. Fatih Orta Asya’dan beri var olduğunu
bildiği köklerine, yani Kayı’ya bundan böyle
ilgi duymaz, onlarla her türlü bağıntıyı yavaş
yavaş kesmeye başlar. Önemle belirtmek
gerekir ki, İstanbul fatihi Anadolu insanına
yani Türklere sırt çevirmiştir, artık Batıya
dönüktür (Avcıoğlu 1982: C. V, s. 2268,Lamartine 2005a: C. 1, s. 353). Yönünü
Balkan’lara doğru, İtalya’ya doğru çevirmiştir.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra
başta Kapadokya, Pontus bölgesi olmak üzere
Sırbistan, Mora ve Karaman’dan İstanbul’a
ahali göçürür. İstanbul’a göçürülen bu
insanlardan yalnızca Karamanlılar Türk’tür. O
da bir kısmı. Çoğunluk Karamanlıdır ancak
bunlar aslen Rum ve Ermenidir. Karaman’dan
gelen Türklerin önemli bir bölümü umduklarını
bulamadıklarından bir süre sonra, onlar da geri
döner. Ayrıca İstanbul, Selanik’le birlikte bir
süre sonra yoğun bir Yahudi göçü almaya
başlar (Hammer 1991: C. 2, s. 134, Ortaylı
2006: 13). Devletin en basit ve kolay görevleri
bile devşirmelere ve gayrimüslimlere emanet
edilir. Sistemin işçi gereksinmesi de Türkler
dışından karşılanmaktadır.Hatta Fatih’in vezir-i
azamı olan Rum Mehmet Paşa, İstanbul’a
gelen Türklerden ağır vergiler alarak
İstanbul’un Türkleşmesini önler (Sevinç 2005:
297). Bu politika, yine Rum asıllı iki vezir-i
azam İshak ve Mahmut paşalar zamanında da
devam eder. Fatih bu durumu adeta seyreder.
Bütün bu gelişmelerden Fatih’in haberdar
olmadığını söylemek pek olası değildir. Bu ve
benzeri olaylar Anadolu’dan gelen Türkleri çok
üzer ve sarsar. Anlaşıldığı kadarıyla Fatih
İstanbul’u Türkleştirmek için bu kenti önce
Türklerden temizlemeye, kurtarmaya
yönelmiştir. Bir yazarın çok yerinde belirttiği
gibi, fetihle birlikte Bizanslılar mağlup olmuş
fakat mağdur olmamışlardır (1). Yazılanlardan
anlaşıldığı kadarıyla Anadolu Türkünün kötü
talihi bu dönemlerde başlamıştır. Anadolu
insanının devletiyle didişmesinin, halkla ilişkiler açısından son derece kötü diyebileceğimiz
gelişmelerin başlangıç tarihi bu dönemlerdir.
Kişi adları bile değişmeye başlar. Türkmen ve
Orta Asya kökenli olup Kayı boyunun sürekli
kullandığı örneğin Aktimur, Esibey, Sarubatı,
Kutalmış, Balabancık, Karaçebeş, Ertuğrul,
Yörgüç, Samsa, Akçakoca, Konuralp, Turgutalp, Alpaslan gibi isimlerin yerini, Abdülhamit, Abdülmecit, Şerafettin, daha sonraları da
Vahdettin gibi isimler almaya başlar. Osmanlılar çocuklarına, şehzadelerine; Türkmen atalarını Orta Türkistan’da İslamlaştırmak amacıyla
öldüren Arap komutanlarının adlarını vermekten çekinmemişlerdir. Aslında Türk tarihinin
hiç bilinmeyen bir yanı olan Türklerin Müslümanlaşması M.S 700’lerden başlayarak çok
uzun süren ve bir çok savaştan sonra gerçekleşmiştir. Bu olaylarda yüzbinlerce Türk öldürülmüştür. Türklerin devletle ilişkilerinde dolayısıyla halkla ilişkiler uygulamasında önemli
bir nirengi noktası olan Müslümanlık, bir çok
Türk geleneğini etkileyip değiştirdiği gibi, halk
ile yönetimi kalın çizgilerle birbirinden ayırmıştır (2). Devlete saygı ve itaat, tanrı korkusu
üzerine oturtulmuş, ona endekslenmiştir. İslam,
cami kurumu ile önemli bir halkla ilişkiler
alanı yaratmıştır. Yine cami ile birlikte siyasal
iktidarın eline önemli bir ideolojik araç geçmiştir. Kimi devletlerin bunu çok iyi kullandığını
bilmekteyiz. Cami ibadet yanında önemli bir
duyuru merkezi, dertleşme ve bilgi değiş tokuş
mekanıdır. Bir çok örnek bize kanıtlamaktadır
ki cami avlusu etkili bir halkla ilişkiler ortamıdır.
Bu arada ev düzeni, yemek yeme biçimi değişir. Yemekler değişir. Türkmenlerin aksine
Osmanlı’da mutfak öne çıkar. İstanbul çağlar
boyunca Anadolu’nun yemek yemeyi bilmediğini sık sık dile getirir. Çeşitli törenlerde usuller değişir. Yukarıda belirttiğimiz değişikliklerin önemli bir bölümü Bizans’tan gelin olarak
alınan kızlar aracılığıyla olur. Sözgelimi zeytinyağlı yemekler başta olmak üzere çeşitli
yemekler Osmanlı mutfağına girer. Değişikliklerin bir kısmı da İstanbul’un alınışından sonra
kurumsal olarak ortaya çıkar. Rumla, Ermeniyle, Museviyle yanyana yaşamak çok şeyi etkilemiştir. Aslında sık sık kullandığımız “İstanbul Beyefendisi” terimi Türk olmakla birlikte
Rum, Ermeni hatta Musevi kültüründen etkilenmiş hatta onu özümsemiş, insan ilişkilerinde
kibarlığı ön plana çıkarmış kentli kişiliği anlatmaktadır ve tümüyle köylülere karşı olmasa
bile Anadolu’yu karşı, onu küçültmek için
kullanılan bir terimdir. Bütün bunların doğal
sonucu olarak da devletin halkına bakışı da
değişir. Orta Asya geleneğindeki eşitlik ya da
birlikteliğin yerini derin çizgilerle birbirinden
ayrılan saray – halk ayrımı alır. Bu halkla ilişkiler açısından dikkate alınması gereken bir başka noktadır. Türkmenin bilmediği top, bir savaş
teknolojisi olarak atın önüne geçer. Müthiş bir
ateş gücüne ulaşan Osmanlı ordusunun önünde
kimse duramaz. Dolayısıyla bu yöneten –
yönetilen ilişkisi başta Anadolu olmak üzere
tüm Balkanları, Orta Doğu, Kuzey Afrika gibi
birbirinden çok uzak ve farklı yerlerin ortaklaşa
yönetim özelliği olur. Osmanlı’nın, Günhan
kolunun, Kayı boyundan geldiğinin tek kanıtıolan ve Sultan Murat’ın bastırdığı paranın
altındaki özel işaret bile Fatih zamanında paradan silinir. Bu işaret ‘ν’ biçiminde olup Kayı’nın işaretidir. Orta Asya’dan beri çeşitli
gereçlerde, silahlarda, ev eşyalarında bir simge
olarak kullanılagelmektedir. Bu gelenek de
İstanbul’un fethedilmesi ile birlikte uygulanmaz olur, son bulur (Altan 2002: 148).
Yine İstanbul’un alınması ile birlikte
Osmanlı’nın siyasal ve yönetsel sisteminde son
derece önemli gelişmeler ve değişiklikler olur.
Fatih döneminden itibaren Türk toplumunun
gazilik, cihad, Müslümanlık ve beylik ruhu
yerine, her çeşit din ve milliyeti bir araya
getiren imparatorluk ruhu geçince Anadolu’dan
türeyen çiftbozanları (işsiz insan) iş alanlarına
doğru götüren kanallar tıkanmaya başlar.
Osmanlı’nın var olan iş yerlerine Rum, Bulgar,
Arnavut, Kafkasyalı, Romen hatta Macar gibi
değişik uluslardan insanlar çalışmak amacıyla
akın eder (Akdağ 1975: 97). Anadolu insanı
işsiz ve güçsüz kalır. İstemedikleri ve beklemedikleri bu gelişmelerden sonra büyük bir
hayal kırıklığı yaşayan Türkmenler gerisingeri
Anadolu’ya dönerler. Gerçi bir kısmı, yeni
fethedilen yerlere yerleştirilseler de, sözgelimi
başta Karaman ve Konya olmak üzere bir çok
bölgeden İstanbul’a fakat özellikle Balkanlara
ve Ege adalarına ahali kaydırılmış olmasına
karşın Anadolu’da çoğunluğu saran küskünlük,
bir süre sonra kızgınlığa dönüşür. Fatih’e
çocukluğundan beri çok emeği geçmiş hocası,
aynı zamanda sekiz yıl seyhülislamlık yapmış
Molla Gürani başta olmak üzere Akşemsettin,
Molla Hayrettin, Molla Ayas daha bir çok
dönem bilgini, aydını; olup bitene üzülerek
İstanbul’u terkederler (3). Fatih döneminin
sonlarına doğru İstanbul’da yerleşik halkın üçte
ikisi gayrimüslim halktan oluşmaktadır.
İstanbul popülasyon itibariyle tam bir
kosmopolit görünüme sahiptir (Yetkin 2003:
183).
Osmanlı devletinde beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir.
Fatih, Çandarlı Halil başta olmak üzere (Çandar ya da Cendere, Nallıhan’ın bir köyüdür)
öteki bazı yöneticilerin yeteneksiz çıkmaları,
eğitimlerindeki eksiklik ve özellikle Bizans’tan
rüşvet almaları sonucu bunlarla çalışmayı durdurmuştur. Ama bu görünürdeki gerekçedir.
Asıl gerekçe değişik nedenlerle de olsa Fatih
Sultan Mehmet’in Anadolu Türklüğüne sırt
çevirmesidir. Türkmenlerin yani Anadolu Türkünün önünü kapatan bu talihsiz gelişmeler ne
var ki sonuçları açısından da üzücü ve inciticidir. Türkmenlerin yerine devşirmeler bürokratik görevlere gelmeye başlar. Yani Fatih, Bizans aristokrasisini taklit ederek, Türk aristokrasisi yerine devşirme sistemini yerleştirmeye
başlamıştır. Artık bundan sonra saltanat usulünü kuran İstanbul fatihi, bu gelişmelerden kuvvetlenmiş olarak çıkar ve devletin bütün işlerini
kendi üzerine alır, uygun gördüklerini de devşirmelere bırakır (Uzunçarşılı 1984: 44). Dolayısıyla bu gelişmeler Anadolu’da, İstanbul’a ve
Osmanlı’ya küs, kimi kez de kin dolu, geniş bir
kitle yaratır. Başta Karaman olmak üzere Orta
Anadolu’nun çok zor denetim altına alınabilmesi,Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’da çok
zorlanması, güçlüklerle karşılaşması; bölge
halkının iki de bir başkaldırması nedensiz değildir. Bu olayları yalnızca alevi-suni ayrımıyla
açıklamak da yetersiz kalır. 1481’de Sırbistan,
Yunanistan ve Bulgaristan Osmanlı tarafından
denetim altına alınmış olmasına karşın Adana,
Malatya, Diyarbakır hala Osmanlı’nın değildir.
Osmanlı bu bölgelerde çok zorlanmaktadır.
Bölge halkının Osmanlı’ya güveni yoktur.
Fatih Sultan Mehmet ile başlayan bu tatsız
olaylar daha sonra yıllarca sürecek halk-devlet
ilişkilerindeki aksaklık ve yanlışlıkların temel
taşını oluşturur. Yine bu olaylar ve onu izleyen,
tamamlayan gelişmeler nedeniyledir ki
Osmanlı’nın, basit de olsa, halkla ilişkileri
güzel sıfatlarla anılmaz.
Burada önemle belirtmek gerekir ki İstanbul’a
Müslüman olmayan nüfusun yerleştirilmesi ile
ilgili çalışmalara yalnızca Fatih Sultan Mehmet
zamanında rastlanmaz. Yoğunluğu az olmakla
birlikte Yavuz Sultan Selim zamanında
Kafkasya’dan, Şam’dan Hıristiyanlar, Fatih ve
Kanuni döneminde Sırplar, II. Bayezit
döneminde Moldovyalılar, Bulgarlar
İstanbul’un çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir.
İstanbul’un nerdeyse her semtinin farklı dili,
farklı dini ve farklı görenekleri vardır (Mantran
1962: 44 vd). İstanbul kapılarını Rumlara,
Ermenilere Musevilere açmış,ama bir çok ulusa
karşı gösterilen hoşgörü Türklerden
esirgenmiştir (Yetkin 2003: 407).
İşte bütün bu gelişmelerle Anadolu’dayüzyıllarca sürecek ayaklanmaların tohumu
böylece atılmış olur. İş bununla da kalmaz.
İstanbul’a alınmamanın, İstanbul’dan
kovulmanın, ihmal edilmenin, bir yana
itilmenin yanında; bir süre sonra celali, isyancı,
yörük, alevi gibi gerekçelerle özbeöz Türk olan
Anadolu insanları devşirmeler tarafından yine
Anadolu’da katledilmeye başlar. Kendisi bir
Hırvat devşirmesi olan Kuyucu Murat Paşanın
Anadolu’da 20.000 insan öldürdüğü
bilinmektedir. Arnavut asıllı Köprülü Mehmet
Paşa’da az adam öldürmez. Bunlara Yavuz
Sultan Selim (1512-1520) ve IV. Murat’ı
(1623-1640) da eklemek gerekir.
İstanbul, Anadolu halkına karşı hiçbir zaman
misafirperver davranmamıştır. Bu her zaman
böyle olmuş ve kanımca İstanbul, Türkler
tarafından asıl olarak 1950’lerden sonra
zaptedilmiş, bu ahali İstanbul’un birçok
yerinde kendilerine özgü mahalleler kurmuş,
kimsenin itibar etmediği işlere, mesleklere
yönelmişlerdir. Bugün İstanbul’un beşte üçü bu
insanlardan oluşur. Kurtuluş Savaşı ile birlikte
Türkiye’nin mukadderatının İstanbul’a
bırakılamayacağı ilkesi benimsenmiş daha
sonra da Cumhuriyetle birlikte bunun gerekleri
yavaş yavaş yerine getirilmiştir. Yani Anadolu
İstanbul’dan intikam alma fırsatını ancak
Cumhuriyetle birlikte yakalayabilmiştir.
B. DEĞİŞİK DÖNEMLERDEN HALKLA
İLIŞKİLER ÖRNEKLERİ
Cihan padişahı olarak adlandırılmasına karşılık
Kanuni Sultan Süleyman dönemi (1520-1566),
özellikle son dönemleri Osmanlı için tehlike
çanlarının çalmaya başladığı dönemdir.
Seferlerin çok uzaklara yapılmak zorunda
olması, dolayısıyla maliyetin büyüklüğü
sistemi zaafa uğratmaya başlamıştır. Ganimet
masrafı karşılamaz olmuştur. Ayrıca doğuya
yapılan tüm seferler özellikle İran seferi parasal
açıdan devlete büyük bir külfet yüklemiş ancak
karşılığında doğru dürüst bir şey alınamamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batıya
yönelmesinin en önemli nedeni, Balkanlar’a
sonra da Avrupa’ya yapılan seferlerin savaş
giderlerini rahatça karşılaması, sefer
masraflarının fazlasıyla çıkarılmasıdır. Bu
durumdan kuşkusuz önce yeniçeriler, timarlı
sipahiler yani savaşan kesim hoşnut
olmaktadır. Buralardan büyük ganimetlerle
dönüldüğü ve yöre halkının her seferde kolayca
vergiye bağlandığı bilinmektedir. Oysa
Doğu’da durum böyle değildir. Sözgelimi 1553
yılında yapılan Nahçıvan ve İran seferi siyasal
olarak bir yarar sağlamadığı gibi düşmanın
ardında talan edilecek hiçbir şey bırakmadan
çölden farksız olan İran bozkırlarına çekilmesi
nedeniyle, ekonomik açıdan da tam bir fiyasko
olmuştur (Sezgin 2005: 14). Ne var ki zamanla
Batı’ya yapılan seferler de çekiciliğini
yitirmiştir. Uzaklık dolayısıyla batı bölgelerine
yapılan sefer sürelerinin uzunluğu maliyeti
önemli ölçüde arttırmış, bu durum ister istemez
sistemi bir çok yönden sarsmaya başlamıştır.
Savaş yerlerinin çok uzakta kalması, sınırların
çok ötelere dayanması aylarca yollarda kalmayı
ve çok uzaklara gitmeyi gerektiriyordu. Bu
durum ayrıca başka önemli sonuçlara da yol
açtı: Seferler çok masraflı olduğundan timarlı
iflasa sürükleniyordu. Kapıkulu gittikleri
yerlere yerleşmiş olduklarından, yani çift ve
çubuk sahibi oldukları için savaş, onlara da zor
gelmeye başlamıştı. Meydan savaşları yanında
gerilla ve yıpratma teknikli savaşların
yaygınlaşması işleri büsbütün zora soktu.
Özellikle Doğu’da, İran sınırında buna benzer
bir durum yaşanmakta idi. Anlaşılacağı gibi,
eskiye göre sefere katılma çok zahmetli ve
tehlikeli idi (Akdağ 1975: 114). Üstelik
Anadolu’da köylünün durumunun bozulması
nedeniyle yaygınlaşmaya başlayan Celali
isyanları (Yavuz Sultan Selim zamanında
devlete karşı ayaklanan Yozgatlı Celal ismine
atfen bundan böyle Anadolu ayaklanmaları
Celali İsyanları olarak anılır oldu) devleti
uğraştırmaya ve üzmeye başladı. Bu gelişmeler
devlet-halk ilişkilerinde önemli aksaklıklar ve
bozukluklar olduğunun açık habercisidir. Bu
iki farklı dünya arasında önemli sorunlar
bulunmaktadır. Kanuni döneminden başlayarak
Osmanlı yönetimini ciddi biçimde uğraştıran
Celali isyanları, yani Anadolu ayaklanmaları
belirtmek gerekir ki, Tanzimata kadar şekil ve
zaman zaman da ad değiştirerek devam etmiştir
(Çadırcı 1997: 63). Dolayısıyla halk-yönetim
ilişkileri Anadolu’da olumsuz bir görünüme
sahiptir, tatsız ve üzücü olaylarla doludur.Bu
olayları yalnızca dini gerekçelere, mezhep
ayrılıklarına, ayaklanan kitlelerin başındaki
elebaşlarının özelliklerine bağlamak pek doğru
gözükmemektedir. Ayrıca bilinmelidir ki,
Kanuni dönemi sanıldığı gibi rahat bir dönemya da refah dönemi değildir. (Ansiklopedik
bilgi olarak belirtelim ki Osmanlı’da halkın en
rahat ettiği, sorunların en aza inmiş olduğu
dönem ortaokul ve lise kitaplarında eleştirilen,
doğru dürüst anlatılmayan “Lale Devri”dir.)
Anadolu insanı çok önemli sorunlarla
boğuşmak ve onlarla başetmek zorundadır.
İşsizlik, pahalılık, adam kayırma, rüşvet gibi
toplumsal sorunlar bu döneme damga vurmuş
gibidir (Akdağ 1975: 70 vd). İstanbul’da
çoğunlukla Türkmen işsizlerin gittiği ilk kahve
de 1553’de Kanuni döneminde açılmıştır
(Akdağ 1975: 73). Busbecq adlı Kutsal Roma
İmparatorluğu’nun İstanbul’daki elçisi Kanuni
Sultan Süleyman ile beraber Nahçıvan
seferinden dönerken Anadolu halkını çok
perişan gördüğünü hele Amasya’nın sefaletine
şaştığını anlatır (Busbecq 1939: 95, Braudel
1987: 105). Bu güzel kent aç, işsiz, güçsüz
insanlarla doludur ve çok pistir.
Osmanlı tarihinin her döneminde rüşvet,
iltimas çok büyük ve yaygın bir yolsuzluk türü
olmuştur. Sadrazamdan, esnafı denetleyen ve
günümüzdeki belediye zabıta amiri anlamına
gelen “muhtesibe” kadar her kesim ve
kategorinin bu suçu işlediğini görüyoruz.
Osmanlı tarihi aynı zamanda bir rüşvet
tarihidir.Bir yandan rüşvet alma öte yandan
rüşvet almayı engelleme çabaları ve bunda
başarılı olamayınca rüşvet alanın kellesinin
vurulması ve tüm malına mülküne el
konulması Osmanlı’da rutin hale gelmiştir.
Kimler yok rüşvetçi sadrazamlar arasında…!
İşte size rüşvet almayla ünlü birkaç ünlü kişi :
Sultan İbrahim’in sadrazamı Hezarpare Ahmet
Paşa (Öldürüldükten sonra etinin mafsal
ağrılarına iyi geleceği yönünde çıkan bir
söylenti üzerine cesedi halk tarafından
paramparça edildiği için bin parça anlamında
hezarpare lakabıyla anılır), Fatih’in Bizans’tan
rüşvet almakla ünlü sadrazamı Çandarlı Halil
Paşa. Rüşvetsiz iş yapmayan ünlü vezir-i azam,
Merzifonlu Karamustafa Paşa ve daha niceleri.
İrili ufaklı her yönetici bu suça bulaşmıştır ve
rüşvete imparatorluğun her bölgesinde
rastlanmaktadır. Daha doğrusu rüşvet hem her
kişiye hem de her işe bulaşmıştır. Sözgelimi
onsekizinci yüzyıldan başlayarak yeniçerinin
bir kesimi rüşvet vererek savaşa gitmekten
kurtulmuştur. Esnaf sürekli olarak muhtesibe
küçük miktarlarda da olsa rüşvet vermektedir.
Ama en kötüsü Osmanlı’da yargının yani
kadılık kurumunun tüm çalışanlarıyla birlikte,
Sultan Bayezit’ten başlayarak, boğazına kadar
rüşvete batmış olmasıdır (Hammer 1991: C. 1,
s. 208).
Osmanlı’nın “Mühimme Defterleri” (Bu
defterler padişahın emirlerinin yazılı olduğu,
ilgili kent ya da yerle ilgili önemli
açıklamaların da bulunduğu tutanaklardır.
Dolayısıyla bu defterlerin sosoyolojik
özellikleri bulunduğu anlaşılmaktadır) ve
belirli ölçüde de yargı kararlarının yer aldığı
Şeriyye Sicilleri Osmanlı’da halkla ilişkilerin
adeta röntgen filmini vermektedir. Bu
defterlerden çıkan sonuçlara göre Osmanlı’da
halkın büyük bir kısmı, ödeme gücünü aşan
vergiden çok çekmiştir. Halkın büyük kısmı
adaletsiz vergiden şikayetçidir (Ankara Şeriyye
Sicili No 10, s. 220; Sicil No 11, s. 241). Yine
halkın büyük bir bölümü yerel yöneticilerin
keyfi davranışlarından bunalmaktadır ve bu
durumdan yakınmaktadır. (Başbakanlık
Osmanlı Arşivleri Mühimme Defteri No. 75, s.
43). Cezalar çok yüksek ve adaletsizdir
(Ankara Şeriye Sicili No. 6, s. 258; Kayseri
Şeriyye Sicili No 9, s. 343). Yöneticiler iyi
yönetememekte ve yanlış yapmaktadır (Ankara
Şeriye Sicili No 10, s. 238) (4). Ne var ki, bu
masum isteklere önce kulak veren ve gereğini
yapmaya çalışan devlet, bu yakınmalar ileri
gittiğinde ve eylemli hal aldığında, silah ve güç
kullanmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır.
Halkın özellikle Anadolu halkının sık sık
yüksek vergi ve keyfi yönetim davranışlarından
bunalıp isyana varan tepkiler gösterdiğini ve
bunların da çoğunlukla acımasız biçimde
bastırıldığını bilmekteyiz. Bu yaygın uygulama
Osmanlı’da halkla ilişkiler anlayışının nasıl ve
ne düzeyde olduğunu açıkça göstermektedir.
Fakat bunun yanında yine Osmanlı’da kimi
uygulamaların, halkla ilişkiler alanında güzel
ve ilginç örnekler olduğunu görmekteyiz. Gerçi
bu tür uygulamalar, tüm Osmanlı’ya özgü
planlı halkla ilişkiler uygulaması olarak
görülmese de yine de halkla ilişkiler tarihindeki
yerini almalıdır. Çok ender da olsa bu tür
kurumsal tavırlara Osmanlı tarihinde zaman
zaman, dönem dönem rastlanılmaktadır. İşte
ilginç örneklerden biri: Kanuni Sultan
Süleyman döneminde sadrazam İbrahim Paşa,
aynı zamanda Kanuni’nin damadıdır,
Mısır’daki huzursuzluğu gidermek üzere
büyük bir orduyla bu ülkeye gider. Mısır’dakentlerde sürekli tellal dolaştırır. Halka yaptığı
duyurularda yerel yöneticilerden şikayeti
olanların, bunlardan zarar görenlerin, zulüm
görenlerin hiç kimseden çekinmeden
şikayetlerini kendisine ya da yönetimine
bildirmelerini ister. Bir çok kişi Osmanlı’ya
başvurur ve bunlar teker teker dinlenerek
haksızlığa uğrayanların mağduriyetleri giderilir
(Hammer 1991: C. 3, s. 33). Bu çalışma
sırasında hiçbir din ve ırk farkı gözetilmez. Bu
tutundurma çalışması çok insanın gönlünü alır
ve Osmanlı’dan hoşnutluğu büyük ölçüde
artırır. Bu uygulamanın başarılı sonuçlar
vermiş olduğundan dolayıdır ki, benzer türde
halkla ilişkiler uygulamalarına bir süre sonra
Arnavutluk ve Sırbistan’da da rastlanır.
Çok önemli bir başka nokta, padişahların
özellikle İstanbul’da devletin başında
bulunduklarını sıkı kurallar koyarak hatırlatma
yoluna gitmeleridir Zaman zaman eyaletlerde
de rastlanılan bu uygulama halkla ilişkilerde
önemli bir sorun eksenidir ve olumsuz bir
nokta olarak not edilmelidir. Sözgelimi Sultan
İbrahim (1640-1649) kent içinde atarabası
kullanımını yasaklamıştır. Bir gün büyücüsüne
giderken yolda bir at arabası gördüğü anda
hiddetlenmiş ve sadrazamı Salih Paşayı hemen
oraya çağırtıp önlem almadığı bahanesiyle
paşanın kellesini vurdurmuştur (Koçu 1971:
19). Böylesi haksız güç gösterimlerine Osmanlı tarihinde sık sık rastlanır.
Her cemaatin kendisini ayrı bir renkle temsil
ettiği İstanbul’da padişah buyruğu doğrultusunda Müslümanlar sarı, Ermeniler kırmızı,
Rumlar siyah ve Yahudilerin mavi renkte
ayakkabı giymeleri zorunluydu. IV. Mehmet
(1649 -1687) düğünü yapılmakta olan ve sarı
ayakkabı giymiş bir Ermeni damat görmüş ve
adam sırf bu yüzden gerdek yerine mezara
gitmişti (Hammer 1991: C. VI s. 97). Yine
aynı padişah zamanında Hıristiyanların başlarına sarık sarmaları (Bu kararın gerekçesi Müslümanlarla karıştırılmamak idi) ve ata binmeleri yasaktı. Kiliseler yürüyüş düzenleyemez,
yürüyüşlere destek veremezdi. Gayrimüslimler
hiçbir şekilde silah ve bıçak taşıyamazlardı.
Devlet bu insanların silahlarını iki de bir müsadere ederdi. Bu kurallara özellikle İstanbul’da
çok dikkat edilirdi ve devlet de konulmuş yasakları ciddi biçimde gözetirdi. Bu buyruklara
uymayana çok ağır cezalar verildiği bilinmektedir (Halife 1976: 147). Halka getirilen sınırlamalardan bazıları yalnızca Hıristiyan uyruk
içindir ve içlerinde gülünç olanlar vardır. Bazılarının uygulanma gerekçeleri ise hâlâ bilinmemektedir. Konulan yasakların yerel olduğu,
ciddi olmadığı ileri sürülse de, bir dönemdeki
yaklaşımı ifade etmesi açısından ilginçtir ve
not edilmesi gerekir. Örneğin Sultan İbrahim
döneminde Rumlara, Ermenilere, Musevilere
ve öteki gayrimüslimlere hamamlarda nalın
verilmezdi. Bu insanların Müslümanlardan ayrı
kurnalarda yıkanmaları gerekiyordu.
Peştemallarına halka takmaları da zorunlu idi.
Getirilen bu sınırlama yetersiz bulunmuş
olacak ki III. Ahmet’in (1703-1730)
sadrazamlarından Kalaylıkoz Ahmet Paşa, bu
halkalar yerine peştemallara çıngırak
takılmasını zorunlu hale getirmişti (Koçu 1971:
95) Gayrimüslimlerin sokakta kaldırımdan
yürümeleri yasaktı. Bazen de devlet bunların
evlerinin hangi renge boyanacağını ya da
badana edileceğini saptar ve buyruğa
uyulmasını gözetirdi (Karal 2000: C. VI, s. 9).
Osmanlı’da halkla ilişkiler aslında toplumun
yarısı için yani erkek nüfus için bir anlam ifade
ediyordu. Çünkü kadınlar toplumsal sistemin,
yönetsel sistemin, siyasal sistemin hatta günlük
yaşantının dışında tutulmuşlardı. Osmanlı düzenlemeleri ve uygulamaları yalnızca erkekleri
muhatap almıştır. Kadınlar için devletin getirdiği kurallar yalnızca sınırlayıcı ve yasaklayıcıdır. İşte bunlardan birkaç örnek: Kadınların
belirli saatlerden sonra dışarıda dolaşmaları
yasaktı. Kadınların aynen Roma İmparatorluğunda olduğu gibi devlet dairelerinde çalışmaları yasaktı. Kadınlar vergi ödemezdi. 1573
yılında erkeklerle bir araya geliyorlar diye
kadınların, o zamanlar çok meşhur olan Eyüp
kaymağı yemek üzere bu semtteki kaymakçılara girmeleri yasaklanmıştı. III. Selim (1789 –
1807) zamanında çıkarılan bir emirname ile
kadınların vücut hatları belli oluyor diye Engürü şalisinden (Angora) entari kestirip giymeleri
yasaklanmıştı. Ayrıca bunları diken terziler
dükkanlarının önünde idam edilecekti. Fatih’ten Abdülhamit dönemine kadar geçerli
olan padişah fermanına göre, kayıklara erkek
ve kadının birlikte binmesi yasaktı. Gerekçe
olarak ‘kayıkta fuhuş yapılıyor ve kayıkçılar
büyük paralar alıyor’ deniyordu (Koçu 1971:
81). Görüldüğü gibi o gün de, tıpkı günü-müzde olduğu gibi devlet insanların fakirlikleri ile değil namuslarıyla uğraşıyordu.
Osmanlı’nın yaptığı nüfus sayımlarının ilki II.
Mahmut döneminde (1808-1839) yapılmış ve
bu sayımda kadınlar sayılmamıştır. Mecellede
(Osmanlı İmparatorluğunun medeni kanunu)
kadınlar aleyhine birçok hüküm bulunmaktadır.
Devlet kadınlara ne siyasal ve sosyal yükümlülük getirmiş ne de kendini onlara karşı sorumlu
tutmuştur. Osmanlı zaten çok cılız olan genel
halkla ilişkiler uygulamasında kendi kadınını yok saymıştır.
Yönetimin ayrım yapmasına olanak verecek ve
hatta bu amaç için konulduğu düşünülen bu
kural ve uygulamalar devlet halk ilişkilerindeki
önyargıyı belirtmesi açısından ilginçtir. Devlet
tebaanın (uyruğundaki insanların) kökenine
göre farklı davranma olanağına sahiptir. Ancak
yazılanlardan anlaşıldığına göre Osmanlı bu tür
ayrıma pek itibar etmemiş, çeşitli halklar ve
etnik gruplar arasında eşitliği olabildiğince
gözetmeye çalışmış hepsine aynı uzaklıkta
durmuştur. Devlet köylüyle ilişkide oldukça
titiz davranmıştır. Aynı titizliği kurallarda da
görmek olasıdır. Örneğin sipahi köylüye
haksızlık yapamaz, elindeki toprağı bir
başkasına veremez, hakaret edemez, köyden
kovamazdı. Köye gelen bir sipahi köylünün
evinde en çok üç gün konuk olabilir, daha
sonra başka bir eve geçmek zorundaydı. Yine
sipahi hakkı olmayan hiçbir şeyi köylüden
isteyemezdi, bu konuda köylüyü zorlayamazdı.
Haksızlığa uğrayan çiftçi ya da köylünün
kadıya başvuru hakkı vardı ve bu hak
kesinlikle engellenmezdi (Sevinç 2005: 82).
Yerel yöneticilerin görevden alınmalarının en
önemli nedenlerinden biri halka karşı kötü
davranmaları, haksız kararlar alıp
uygulamalarıydı. Ama ne var ki bu ilkelerin
unutulduğu, kağıt üzerinde kaldığı dönemler
olmuştur.
16. Yüzyıldan sonra yargıda önemli sorunlar
başgöstermiştir. Osmanlı’da kadı yargılamasında yedi ya da sekiz kişilik halktan gözlemci
grubu bulunurdu. Bu kişiler duruşmanın
işkencesiz, kandırmasız ve dürüstçe yapıldığına
şahit olurlar ve hükmü imzalarlardı.
1575’lerden başlayarak kadılar ve özellikle
naibleri (vekilleri ya da yardımcıları) “resmi
kısmet yoluyle” (mecburi hediye ve rüşvet)
fakir, fukarayı soydukları gibi, mahkemeler de
dürüst bir yargılama yapmıyorlar, mahkeme
harçları ve başkaca şeylerle halkın elinde,
avucunda ne varsa alıyorlardı. Halk katında
yönetimin saygınlığını düşüren bu durum
yıllarca sürdü (Akdağ 1975: 238).
Osmanlı’nın zaptettiği yerlerde, istisnaları
olmakla birlikte, halkla çok büyük sorunlar
yaşadığı söylenemez. Osmanlı’nın güç
gösterisinin ardında kendi halkına karşı son
derece anlayışlı bir uygulama yatmaktadır.
Devleti hedef alan ayaklanmalar olmadığı
sürece Osmanlı bölge halkına iyiniyetli ve
yakın davranmıştır. Ama belirtmek gerekir ki,
bu yerlerde halkla ilişki hep en alt düzeyde, en
az düzeyde tutulmaya gayret edilmiştir. Belirli
bir yer alındıktan sonra oranın kalesinde belirli
miktarda askerden oluşan garnizonlar
oluşturulmuş, onlar da halkla sorun
yaşamamıştır. Çoğu yerde bölgenin yönetimi
yine o bölgenin insanlarına bırakılmıştır. Yine
alınan yerlerde halkın yaşam biçimine, örf ve
adetine, dini inancına azami saygı
gösterilmiştir. Bu resmi ve aynı zamanda net
tavır önemli sonuçlar doğurmuştur. Örneğin
Mora, Venedikliler tarafından Osmanlı’dan
geri alındıktan sonra Katolik Venedik yönetimi
Ortodoks Mora ahalisinin dini inançlarına
müdahale etmiş bir süre sonra halk yeniden
Osmanlı’yı ister hale gelmiş ve 1715 yılında
bölge yeniden Osmanlı’ya katılmıştır
(Uzunçarşılı 1995: C. IV, s. 246).
Burada önemle belirtmek gerekir ki, Osmanlı’da halk her zaman edilgen bir yığın olarak
görülmemiş, kimi kez ona değer verilmiş, kimi
kez dediği yapılmış kimi kez de korkulmuştur.
Anadolu halkının yeri bu açıdan çok önemli ve
belirgindir. Şikayet defterlerinden bu durumu
kolayca görebiliyoruz. Bir kere asırlar süren
Anadolu ayaklanmalarını (Celali İsyanları)
Osmanlı yönetimi bir türlü önleyememiştir.
Osmanlı yıkılışına kadar hep anayurdu saydığı,
elinden çıkmayacağını sandığı Balkanları tümüyle ele geçirmiş olmasına karşın Anadolu’da birçok yeri bir türlü denetimine alamamıştır. Devlet, Çukurova ve İç Anadolu’ya
hükmetmekte çok zorlanmıştır. Kendilerini
Selçuklu Devletinin halefi ve devamı olarak
gören Karaman Beyliği, Osmanlı’yı çok uğraştırmıştır. Bu beyliğin varlığına ancak 1487’de
son verilebilmiştir (Öztuna 1964: 185).Ayaklanmaların İstanbul’a sıçramasından da
zaman zaman korkulmuştur. Bu nedenle İstanbul’a özel bir önem verilmiştir. Sözgelimi önce
III. Murat döneminde (1574-1594) biraz da
ulemanın tahrikiyle iktidarı devirebilecek oluşumlara neden olacağı gerekçesi ve kuşkusuyla
kahvehaneler kapatılmıştır. Kahvehanelerin
kapatılmasına ilişkin en kapsamlı ve uzun süren yasak IV. Murat (1623-1640) dönemindedir. 1633’de İstanbul’da büyük bir yangın
çıkmış kentin önemli bir bölümü yanmıştı. IV.
Murat, biraz da yeni bir yangın çıkabilir
endişesiyle sigara içilmesini yasakladığı gibi,
kahvehaneleri de kapatmıştı. Ancak eklemek
gerekir ki, IV. Murat’ın İstanbul’da kahvehaneleri kapatması, buralarda sadece içki ve tütün
içilmesi yüzünden değil, devletle ilgili dedikoduların çokluğundan ve rahatsız ediciliğindendir (Ortaylı 1987: 152). Bunun en açık anlamı
ya da yorumu ise: Devletin halktan çekinmekte
olduğu, halkın da hem devletten korktuğu hem
de devleti zaman zaman bunalttığıdır.
Osmanlı’da ayanlık kurumu uzun yıllar
devletin halkla ilişkilerinde yer etmiş önemli
bir kurumdur. Kentlerin korunması, adalet
sistemindeki aksaklıklar, yöneticilerin
değiştirilmesi, değişik türde halk istekleri gibi
konuların padişaha arzı ayanlar aracılığıyla
yapılırdı. Ayanları bölgelerinde hatırlı ve
zengin kesimler seçer ve seçilenler yerel
siyaset kadar ve merkezi sistem üzerinde de
etkili olurlardı. III.Selim halk-devlet ilişkisinde
önemli rol oynayan, aracılık yapan ayanlık
kurumuna el atmış, onu düzeltmeye çalışmış,
ancak bu merkezi otoriteye rakip sistemi
değiştirmeye gücü bir türlü yetmemiştir. Ancak
ayanlık kurumu Tanzimatla birlikte tamamen
ortadan kaldırılabilmıştır (Çadırcı 1997: 37).
aa. Halk Dilekçeleri
Osmanlı’da halkla ilişkiler kimi kez devletin
yöneticileri ile halkın karşı karşıya gelmesiyle
olabileceği gibi kimi kez aracılar eliyle
yürütülürdü. Padişahın tebdil gezerek halkın
durumunu gözlemesi zaman zaman rastlanılan
ancak etkisi itibariyle cılız bir yöntemdi. Tebdil
gezmenin kimi kez de ciddiye alınmayan, tuhaf
karşılanan örnekleri vardı. Örneğin III. Osman
(1754-1757) tebdil gezerken çarşıdan satın
aldığı gözleme, kebab, leblebi, muhallebi gibi
şeyleri herkesin gözü önünde, atının üzerinde
yerdi (Çadırcı 1997: 340). Tebdil gezen
padişahlara dilekçe vermek yasaktı. Halkın
arasında dolaşan III. Mustafa’ya mektup sunan
Çorum Alaybeyi hayatından olmuştu (Uzunçarşılı 1984: 61). Bir süre sonra bu durumun
değiştiğini ve halk istekleri konusunda sarayın
daha duyarlı ve biraz daha açık davrandığını
görüyoruz. Sözgelimi cuma selamlığına çıkan,
yani her hafta değişik bir camiye namaz kılmaya giden padişahın eğerine halk dilekçe bırakabiliyor ve bu dilekçeler dikkate alınıyordu
(Ortaylı 1987: 115). Saraya dönüşte de rikapdar ağa bu dilekçeleri topluyor ve yönetime
sunuyordu. Bu dilekçelerin incelendiğini, daha
sonra da gereğinin yapılması için ilgili yerlere
kimi kez padişah buyruğu olarak iletildiğini
bilmekteyiz. Değişik dillerden yazıldığını bildiğimiz bu dilekçelerin “Osmanlı’nın Halkla
İlişkileri” açısından önemli bir araştırma konusu olduğuna değinmekle yetinelim.
Osmanlı rejiminin halkın istek ve önerilerinden
daha çok şikayetlerine önem verdiğini görüyoruz Başta İstanbul olmak üzere çeşitli büyük
kentlerde kurulu daireler aracılığıyla halkın
şikayetleri öğrenilip değerlendirmeye alınıyordu. Bu temel anlayış Osmanlı’da bir takım
kuruluşlara vücut vermiştir ki, Divân-ı Hümayûn Şikayet Kalemi bu kuruluşların en başta
geleni ve en önemlisidir. Bu kuruluş dört asır
boyunca imparatorluğun değişik bölgelerindeki
tebanın her türlü şikayetini almış, incelemiş ve
kimisinin gereğinin yapılması için çaba harcamıştır. Bu çok önemli bir saptamadır. Osmanlı’nın halkla ilişkileri konusunda çok önemli ip
uçlarını açığa çıkarmaktadır.
Şikayet mektupları Osmanlı’da halk şikayetlerini yansıtan en ilginç örnekler olduğu gibi
Osmanlı’nın halkla ilişkileri hakkında da bir
fikir vermektedir. Şikayet yoluyla hem görevlilerin işlerini doğru dürüst yapıp yapmadıkları
denetleniyor hem de aksaklığın nerede olduğu
saptanıyordu. 1649 yılına kadar bütün ferman,
berat ve hükümler Mühimme Defterleri’ne
kaydolunurken; bu tarihten itibaren yalnız
devlete ait işler Mühimme Defterleri’ne yazılmış, şahsî davalara ait ferman, berat ve benzeri
kayıtlar için Şikayet Defterleri adı verilen ayrı
defterler tutulmaya başlanmıştır. 1742 tarihinden itibaren de şikayetler genellikle eyaletlere
göre ayrı defterlere yazılmaya başlamıştır. Bu
defterlerde dile getirilen yakınmaların, eleştiri-lerin konulara göre kaba taslak dağılımı şöyledir: Yöneticiler ve askerî yetkililerle ilgili şikayetler; eşkıyanın soygunları, adam yaralaması,
adam öldürmesi, adam kaçırması; mahkeme
kararına itiraz, insanların borç yada alacakla
ilgili şikayetleri, köylünün toprak anlaşmazlıkları, timarlı sipahinin vergiyi toplayamaması
nedeniyle ileri sürdüğü şikayetler, esnafın muhtesipten şikayeti ve halkın esnaftan şikayetleri
vb. gibi konulara ilişkindir. Başbakanlık arşivlerinde 1649-1837 tarihleri arasında tutulan
213 tane şikayet defteri bulunmaktadır. Bunlar
atik (eski), rikap (padişah emrinde çalışan
görevlilere verilenler) ve ordu şikayet defterleridir. Ayrıca 1504-1819 yılları arasında vezirlere verilmiş olan dilekçeleri içeren 38 adet defter (Bab-ı Asafi Defterleri) bulunmaktadır (5).
bb. Muhtesip
İlke ve uygulama olarak devletle ilişki kadı ile
ya da kadı kanalıyla olurdu. Kadı, köylünün ve
kentlinin başvuracağı en yakın ve en yetkili ilk
devlet temsilcisidir. O hem bir yargıç hem noter
hem vakıf müfettişi hem de belediye başkanıdır. Halkın içine doğru uzanmış en uç ve ciddi
devlet kurumu kadılık kurumudur. Esnafın ve
tüccarın denetimini kendine bağlı olan muhtesip aracılığıyla kadı yaptırırdı. Muhtesip denilen ve görev açısından bugünkü belediye zabıta
müdürüne, daha doğrusu belediye zabıta komiserine benzeyen kişiye bağlı koloğlanları (belediye zabıta memurları) esnaf denetimini yapar
ve gerekli cezayı uygularlardı. Halk ile esnaf
arasındaki ilişkide devlet; kadı, muhtesip gibi
görevliler aracılığıyla sürekli vardı ve yine bu
ilişkide devlet, her iki tarafı da hakkaniyet
ölçülerine göre kollamaya çalışırdı. Muhtesip
kadıya bağlı idi, ancak esnafı denetleme ve ceza
kesme konusunda kendiliğinden hareket etme
yetkisi de bulunuyordu (Mantran 1962:300 vd).
Bir açıdan devletin esnafla ilişkisi, muhtesip
aracılığıyla yürütülürdü. Muhtesip bütün esnafı
denetler fazla fiyat belirleyen, kötü ürün satan,
işe hile hurda karıştıran esnafa ceza keserdi
(Kazıcı 2006: 53). Muhtesip meyve, sebze
satanları, fırıncıları, kasapları, hamal esnafını,
odun ardiyelerini, kayıkçı esnafını, esirci esnafını, hamamcı esnafını denetler, denetletir ve
gerektiğinde ceza uygulardı. Halkın şikayetinin
önemli bir bölümü esnafla ile ilgiliydi. Pahalı
mal ve hizmet satışı, sağlıksız mal satışı en
başta gelen şikayet konularıydı. İstanbul, Bursa,
Ankara, Selanik, Halep muhtesip kayıtları bu
konuda ilginç örneklerle doludur. Bu arada
muhtesiblerden de zaman zaman şikayetçi
olunduğu unutulmamalıdır. Bu şikayetler doğal
olarak esnaftan gelmiştir ve çoğunlukla muhtesiblerin adaletsiz davrandıkları, rüşvet aldıkları
iddia edilmektedir (Kazıcı 2006: 159). 1855’ten
itibaren bu kurumun görevini “şehremaneti”
yüklenmiştir. Osmanlı’da devlet, halkla ilişkiler
sistemindeki bütün eksikliğine karşın, halkın
yukarıda belirttiğimiz konulardaki şikayetlerine
hiçbir zaman ilgisiz kalmamış, kadılar ve emirlerindeki muhtesibler konuya eğilmişlerdir.
Oysa bugün bu kurumun eşiti belediyeler; tam
bir çöküntü içinde rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi sorunlara boğazına kadar batmış durumdadır. Kentleri çirkinleştiren faktörlerin
başında talancı, çıkarcı, yavan bir halk anlayışı
yanında belediyelerin umursamazlığının, rüşvete yatkınlığının geldiğini unutmamak gerekir.
C.YÖNETİM-YÖNETİLEN İLİŞKİLERİ
VE GENEL DEĞERLENDİRME
Osmanlı yargı sisteminde savcı ve avukatlık
kurumu olmaması nedeniyle kadı, çok titiz ve
adil olmak zorunda idi. Özellikle yargılama
işlevinde bu nitelik çok önemliydi. Çünkü
halkın gözünde sistemin, yargılamanın hakkaniyetli olması bu özelliğe bağlıdır. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi kimi dönemlerde, kimi yerlerde kadılık sisteminin zaafa düştüğünü, bozulduğunu görmekteyiz. Sancakbeyinin kadıya
karıştığı görülmemiştir. Osmanlı’da halkın
devletle ilişkisi şer-i şerifin (İslam hukukunun)
kontrolü altına konulduğundan kadı hem sancakbeyi hem de subaşını kontrol edecek durumdadır. Bir kaza halkı idari ve adli bir iş için
kendi kazasının kadısından başka bir kadıya
müracaat edemezdi. Burada bir kez daha belirtelim ki Osmanlı’da halk, hastası, yaralısı olduğu zaman devlete başvurmazdı. Aynı halk
okuma yazma öğrenecek çocuğu için devlet
kapısını çalmazdı. Osmanlı uygulaması
bugünkü uygulamalardan büyük ölçüde farklı
idi. Halkın beklentisi bugünkünden çok değişik
olduğu gibi devlet de halkın ancak birkaç
sorunuyla uğraşırdı. Dolayısıyla denilebilir ki
günümüzdeki halkla ilişkiler anlayışını, halk
beklentilerini, devletin duruşunu Osmanlı’nın
uygulama ve anlayışları ile ilintilendirmek, ona
benzetmek yanlış olur. Ancak burada
ekleyelim ki bugünkü tepkilere benzeyen kimihalk tepkilerine çok ender de olsa Osmanlı’da
da rastlamaktayız. Sözgelimi Lale Devri’nin de
etkisiyle İstanbul’da kadınlar kanun, kural
tanımayıp dekolte bir vaziyette (herhalde başı
açık ya da çarşafsız) sokaklarda dolaşmaya
başladılar. Bu durum III. Mustafa zamanında
(1757-1774) büyük bir sorun yarattı (Sakaoğlu
1999: 405). 1808 yılında bir cuma günü İstanbullu kadınlar önce ellerinde sırıklarla İstanbul
kadısının konağını bastılar. Kadınlar açlıktan
ölmek üzere olduklarını ve ciğeri 25 paraya
alabildiklerini, ekmeğin, sebzenin pahalandığını bağırarak ilan etmekteydiler. Arkasından
Beyazıt Camisi’ne selamlığa giden IV. Mustafa’nın (1807-1808) yolunu kestiler ve uçlarına
mum ve ciğer parçaları astıkları sırıklarla gösteri yaparak pahalılıktan, yoksulluktan yakınarak, durumu protesto ettiler (Yetkin 2003: C.
II, s. 505). Bu olay belki de tarihimizde ilk
kadın ağırlıklı gösteridir. Padişah bazı önlemler
aldırarak pahalılığı önlemeye çalıştı ve kadınların isteklerine belirli ölçüde de olsa karşılık
vermiş oldu.
Macaristan fethine çıkan Osmanlı ordusunun
Balkan vilayetlerini geçişi son derece disiplinli
ve intizam içinde olmuştur. Ekilmiş tarlalara
girmek, orduya ait hayvanları otlatmak, arazi
sahiplerinin hayvanlarını almak, köylülere
kötü muamele etmek idam cezası ile yasaklanmıştı. İkiyüzelli bin kişilik ordu, Macaristan’a kimseye hiçbir zarar vermeden intikal
etmişti (Lamartine 2005b: 135, Hammer 1991:
C. III, s. 45). IV. Mehmet’in Polonya’ya karşı
başlatmış olduğu Kamaniçe ve Hotin seferlerinde geçilen yerlerden satın alınan her türlü
malzeme ve erzakın, kiralanan at ve öküzün
bedelleri tüccara ya da köylüye tam olarak ve
peşinen ödendiğini tutulan kayıt ve düzenlenen evraktan öğrenmekteyiz (Doğru 2006: 75
vd). Bu arada Halep valisi askerleriyle birlikte
düzenli ve halka hiçbir zarar, ziyan vermeyen
yürüyüşü ve orduyu hümayuna katılması nedeniyle padişah tarafından takdir edilerek
kendisine hilat giydirilmiştir. (Osmanlı geleneğinde önemli işler başaran kişiye törenle
adına hilat denilen kıymetli kürklerden yapılmış bir kaftan giydirilirdi. Hilat giydirmenin
yerini daha sonra 19. yüzyılda Fransa’dan
taklit edilen madalya ya da nişan takma usulü
almıştır.) Çok değil, bu olaydan yüzelli yıl
sonra Yunan ayaklanmasını bastırmak için
İstanbul’dan yola çıkan öncü birlikte yaşananlar bir utanç belgesidir. İstanbul’dan ayrılışta
birçok asker (yeniçeri) tıpkı başıbozuk bir
güruh gibi etraftaki insanlarla, esnafla, izleyenlerle kavga etmiş daha sonra yürüyüşe
geçildiğinde ekili alan ve bahçelere girmişlerdir. İstanbul’a 56 kilometre uzaklıktaki Silivri’ye varıldığında onüçbin kişinin toplanabildiği öncü ordu mevcudundan geriye ancak
binbeşyüz kişi kalmış, çoğunluk görevden
kaçmıştı (Palmer 1997: 101). Bu iki dönem
arasındaki fark, Osmanlı’nın yıkılmayı nasıl
hak ettiğinin kanıtı olduğu kadar, halkın hakkına olan saygının ne duruma düştüğünün de
açık belgesidir. Osmanlı’da sorunlar arttıkça
halkla ilişkiler de, daha doğrusu halka saygı ve
önem verme geleneği de keyfi ve ihmal edilen
bir konum almıştır.
II. Mahmut’tan sonra devlet-halk ilişkisinde
önemli değişiklikler oldu. Ancak bu değişiklikler yönetim-yönetilen ilişkilerinin özünde
olmayıp biçimiyle ilgilidir. Önce yeni araçlar
devreye girdi, ikinci olarak ilişkileri iyileştirme çabaları önemli hale geldi. Devlet kamuoyunu biçimlendirmek için yeni yöntemlere
başvurdu. Klasik devirdeki gibi şehirlerin
meydanlarında okunan fermanlar, adaletnameler veya camilerde verilen vaazlar, halkı devlet
adına etkileyecek propagandayı yapmakla
görevli duagular, şeyhler, seyyidler yerine
yavaş yavaş gazete kullanılmaya başlandı (6).
1860’da ilk bölgesel gazetenin daha sonraları
da önemli kentlerde vilayet gazetelerinin yayınlandığını görmekteyiz. 1860 ile 1908 arasında bu gazetelerin yayınlandığı vilayet sayısı
otuz dolayındadır. İstanbul, Selanik, Kahire,
İzmir, Halep, Sofya, Üsküp bu konuda önde
gelen kentlerdir. Yerel dilde, Türkçe ve Fransızca yayınlanan bu gazetelerde halkın günlük
konulardaki yakınma ve isteklerinin yanında,
hükümete yöneltilen siyasal nitelik ve içerikli
görüşlerin de yer aldığı görülmektedir (Koloğlu 1994: 22, Topuz 1996: 207). Merkezi yönetim ya da yerel yöneticiler tarafından dikkate
alınıp alınmadığı konusunda elde bilgi olmamakla birlikte, gazetelerde yer alan bu yakınmalar, istekler dönemin halkla ilişkiler belgeleridir. Biraz incelendiklerinde bir dönemin
halkla ilişkiler anlayışı ve kurgusu ayrıntılı
olarak ortaya çıkacaktır.
II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) sultanın halkla ilişkileri ve imaj sorunu çok şeyinönüne geçti. Abdülhamit halifelik unvanını,
Müslüman halklar nezdinde çok iyi kullanmasını bildi. Sözgelimi İstanbul’u Mekke’ye
bağlayan demiryolu hattı bittiğinde, yani Kutsal Topraklara gidiş geliş çok kolaylaştığında,
Hindistan, Endonezya, Cezayir gibi ülkelerde
sultan lehine cuma hutbeleri okundu, camilerde vaazlar verildi. Dünya Müslümanlarının
gururunu okşayan bu olay nedeniyle Abdülhamit’e birçok ülkeden destek geldi.
Bir ara Anadolu’da ayaklanma adet haline
gelmiştir. Çünkü bir yere atanmak, bir devlet
hizmetine girebilmek için önce isyan etmek
sonra da Osmanlı yönetimi tarafından af edilip
aynı ya da başka bir yere yönetici olarak atanmak adetten olmuştu. Dolayısıyla başarı için
önce isyan etmek, dağa çıkmak gerekiyordu.
Bu uygulama özellikle Ege bölgesinde çok
yaygın idi. (Efelerin çoğu bu yolla yönetici
olmuşlardır) Çok sınırlı bir genellemeye olanak
verse de diyebiliriz ki Osmanlı’da halkla ilişkiler güvenlik merkezlidir. Devletin güvenlik
endişesi zaman zaman kendiliğinden yürüyen
rastlantısal hatta ilkel diyebileceğimiz bir halkla ilişkiler uygulaması ile birlikte yürümektedir.
Aktardığımız kısa örnek ve olaylardan anlaşılacağı gibi Osmanlı sisteminde özel bir halkla
ilişkiler anlayışı yoktur. Bu son derece doğaldır. Çünkü o dönemlerde çok yerde de durum
aynıdır. Osmanlı kendi halkını, kendi uyruğunu
birbirinden ayırmamış hepsine eşit yaklaşmıştır. Ancak Osmanlı sistemi, vatandaş isteklerinin yönetime aktarılmasında süzme enstrümanları kullanmıştır. Aracı yönetim mekanizmaları
sisteme girmiştir. İlk yıllarda padişaha kolayca
ulaşabilen halk istekleri daha sonraları önce
yerel sonra merkezi sistemin kurduğu süzme
mekanizmalarından geçme durumunda kalmıştır. Bu durum halkın sorunlarından haberdar
olmama, dolayısıyla kararlardaki isabet oranının azalması gibi sonuçlara yol açmıştır. Nitekim Osmanlı’nın tüm tarihinde birkaç
veziriazam dışında halkın durumuna tümüyle
vakıf olan yönetici yoktur. Ayrıca
veziriazamların ya da vezirlerin büyük bölümü
halkın sorununu ikinci elden öğrenirlerdi
(Uzunçarşılı 1984: 90). Çok önemli bir başka
nokta, Osmanlı yöneticilerinin, sorunların ancak kendi belirledikleri türleriyle ilgilenmiş
olmalarıdır. Sözgelimi devlet, kendisine karşı
başkaldırmaya yani isyan hareketlerine çok
duyarlı davranırken, bir yerde çıkan salgın
hastalığın üzerine devletten beklenilen ciddiyetle gitmemiş, gidememiştir. Kaldı ki halkın
çoğunluğa yakın kısmı da, bu konuda devletten
önlem ve yardım beklememektedir. Halk deprem, sel, yangın gibi yıkımları dinden uzaklaşma ya da akıl dışı gerekçelerle açıklamaktadır.
1766’da İstanbul’da zelzele-i azim (büyük
deprem) diye anılan deprem oldu. Yıkılmayan
yer kalmadı. Halk bu felakete cin taifesinin işi
dedi (Sakaoğlu 1999: 409). Kırım Savaşı sırasında hemşirelerin yüzleri açık olarak sağlık
hizmeti vermeleri büyük tepki çekmiş daha
sonrasında yaşanan deprem bu olaya verilen
ilahi bir ceza olarak yorumlanmıştır (Palmer
1997: 143). Örneğin 1880’de İzmir, Balıkesir,
Muğla, Rodos ve Ayvalık yöresinde çok
kuvvetli bir deprem olmuş, çoğu yerde
oturacak ev, bark kalmamış, hemen hemen
hepsi yıkılmıştır. Bu depremde Ege Bölgesi
çok büyük zarar görmüştü. Deprem karşısında
Müslümanı da, Hıristiyanı da gününü dua ile
geçirmiştir. Ama sağlam ev yapımı ve
dayanıklı malzeme kullanımı gerektiği
kimsenin aklına gelmemiştir (Karal 2000: C.
VIII, s. 495). İlginçtir bu önlem, devlet
yöneticilerinin de aklına gelmemiştir. 1633’de
İstanbul’da çok büyük bir yangın çıkmış ve
kentin önemli bir bölümü yanmıştır. Halk
bunun nedenini artan zinada aramıştır. Ama
soruna farklı bakan IV. Murat kendince bir
çözüm bulmuş, bir daha böyle bir yangın
çıkmaması için sigara içimini yasaklamıştır
(Hammer 1991: C. V, s. 162).
Şimdi Osmanlı’nın halkla ilişkilerinin genel
niteliklerini yukarıda aktardığımız örnekleri de
dikkate alarak sıralayalım: Osmanlı’da halkın
en basit konularda bile önerilerde bulunma
adeti yoktur. Böyle bir ne gelenek ne de uygulama vardır. Ayrıca bunun için gerekli ara
mekanizmalar da kurulmamıştır. Sistemin daha
iyiye gitmesi için halktan hiçbir istek ve önerinin gelmemiş olması önemlidir. Osmanlı’da
halk konuşur ama kendisiyle konuşur, padişah
ve hükümete değil. Ancak Anadolu reayası
farklı bir yol izlemiştir. Çok konuşmaz ancak
sık sık başkaldırır yani isyan eder. Anadolu’nun tarihi bir bakıma isyan tarihidir. Bu
isyan İstanbul’a karşıdır. Osmanlı yönetiminin
de halkın önerilerine ihtiyacı yoktur. Yönetim
kendi bildiğini yapmıştır. Şikayetler dinlenirama önerilere kulak kabartma alışkanlığı yoktur.
SONUÇ
Osmanlı, yabancı dil öğrenmez ve dışarıda
kalmayı dine karşı bir olay olarak kabul ederdi.
Yıllarca kendi düzenlerinin en iyi düzen
olduğunu sanmışlardır. Bu yanılgı Osmanlı’nın
Batıyı iyi tanımamasınının bir nedeni olmuştur
(Karal 2000: C. V, s. 9). Osmanlı aydını ne
reform ne de rönesans olaylarını görebildi. Ne
de devletin nerelerde yanlış yaptığını
anlayabildi. Batılı olan hemen her şeye karşı
çıkmıştır. Halktan hiçbir iyileştirme önerisi
gelmemiştir. Reformlar ancak yukarıdan
aşağıya olabilirdi nitekim öyle de olmuştur
(Karal 2000: C. V, s. 10).. Belirtelim ki aracı
niteliği olmasına karşın ayan sistemi kendisi
için vardır, kendisi için çalışmaktadır. Halkın
öneri ve isteğine yöneticiler gereksinme duymadıkları gibi halkın da böyle bir özlemi olmadığı ve ilişkilerin vergi ve askerlik dışında
yok denecek kadar seyrek olduğu görülmektedir. Osmanlı sisteminde halkını dinleyen devlet, devlet sorunlarına duyarlı bir halk oluşumu
yoktur. Daha doğrusu bu alanlardaki uygulamalar çok sınırlıdır. Karşılıklı güvene ve anlayışa dayalı ilişkilerin yaygın olmadığı açıktır.
Zaten sistemin siyasal omurgası böyle bir oluşumu reddetmektedir. Devlet-halk ilişkisi eşitler arası ilişki değildir. Devlet hep ağır basar.
Kaldı ki Osmanlı’da halkın, köle olmamasına
karşın önemli hakları da yoktur. Sistem içinde
tebaa (uyruk), köle değildir ama bu terim itiraz
etmeden uyan kişi anlamına gelir (Wheatcroft
2004: 45). Tebaanın çoğunluğu bu kurala
uymuş, bu kuralın kendine yüklediği
sorumluluğu ondokuzuncu yüzyıla kadar iyi
kötü yerine getirmiştir. Özetlersek denebilir ki,
Osmanlı’da özel bir halkla ilişkiler anlayışı ve
buna koşut yönetsel yapılanma yoktur. Ama
görevleri açısından halkla ilişkileri
çağrıştıracak, görevliler vardır. Örneğin daha
önce belirttiğimiz gibi Osmanlı’da muhtesip
devletin; esnaf, tüccar ile halk arasında
görevlendirdiği denetleyici ve arabulucudur.
Sistem içinde tam bir halkla ilişkiler ajanıdır.
Kadı’nın halkı dinlediği, şikayetleri
değerlendirdiği bilinmektedir. Bu kişinin bir
çok görevi yanında halkla ilişkileri de içeren
görevleri bulunmaktadır. Şikayet defterleri
tutulmuştur. Bu, halka önem verildiğinin tam
ve açık kanıtı olmamakla birlikte, yine de
önemlidir. Sadrazamlarin zaman zaman öteki
görevlilerle birlikte halkın arasında dolaştığını
ve durumu yerinde görüp halkın derdini
dinlediklerini görüyoruz. Ama bu uygulamaya
çok sık rastlanmaz ve padişahın tebdil gezmesi
gibi İstanbul ile sınırlıdır. Padişahın halkla
ilişkileri tebdil gezme ve cuma selamlığından
ibarettir. Fatih ile başlayan halka açık divan
toplantıları önce önemli iken daha sonraları,
yukarıda aktardığımız nedenlerden ötürü,
halkla ilişkiler açısından bu önemini yitirmiştir.
Osmanlı halkla sorununu çözemediği zaman
kullandığı en önemli yöntem önce yasaklamak
sonra da güç kullanmaktır. Ancak ilişkileri
yumuşatıcı mekanizmalar da yok değildir.
Örneğin Osmanlının her döneminde cami
önemli bir halkla ilişkiler mekanıdır. Burada
yapılan dini söyleşiler, konuşmalar hatta
hutbeler, cami avlusu sohbetleri yönetime ya
da yöneticilere kimi kez tepki niteliğindedir
kimi kez onay içerir, kimi kez uyarıcıdır kimi
kez tehditlerle doludur. Bazı padişahların
camileri özel dinlemeye almış olduklarını
bilmekteyiz. Kitle iletişim araçlarından
gazetenin sahneye çıkması için çok beklemek
gerekmiş ayrıca gazeteler de çok sınırlı
biçimde yönetim-yönetilen arasında halkla
ilişkiler aracı rolü oynamıştır. Osmanlı
yönetimi şeklen bir ayrıma gitse bile işin
özünde tebaasını dinine ve milliyetine göre
ayırmamış, eşit davranmaya özen göstermiştir.
Ama bu alanda yine de çok sorun çıkmıştır.
Osmanlının bıraktığı miras ve alışkanlık nedeniyle Cumhuriyet yönetimi de halkla ilişkilerinde sorun yaşamış, ortaya sorunlar çıkmıştır.
Cumhuriyet döneminde sistemi halka doğru
çevirmek de sanıldığı kadar kolay olmamıştır
(7). Hatta bugün bile bu konuda sistemi zorlayan, uğraştıran engeller bulunmaktadır.SON NOTLAR(1) A. Hamit Ongunsu, ”Beşyüzüncü Fetih Yılı
Münasebetiyle Bazı Düşünceler ” İ.Ü.Ed. Fak.
Dergisi, C. IV, S.7, 1952, s. 9’dan aktaran
Çetin Yetkin, Türk Direniş ve Devrimleri I,
Otopsi Yayınları , İstanbul, 2003, s. 176.
(2) Türklerin Müslüman olmalarıyla ilgili
olarak açıklamalar ve görüşler için bakınız:
Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, C.III,
Tekin Yayınevi, İstanbul, 1982; Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, CumhuriyetKitapları, İstanbul, 2006; V.V. Barthold, Türkistan, Çev. H. Dursun, TTK, Ankara,1990, s.
200; Ebu Cafer Taberi, Chronique de Taberi
Abu Ali Mohammad Balami, Çev. Zotenberg, Gunod, Paris, 1867; Léon Cahun, Introduction à l’Histoire de l’Asie : Turcs et
Mongols des Origines à 1405, Armand Colin, Paris, 1896.
(3) Halil İnalcık, ”Otman Baba ve Fatih Sultan
Mehmet” Doğu Batı, Doğu Batı Ed, İstanbul,
2005, s. 160. İnalcık’a göre, İstanbul’un alınmasından sonra Fatih, fethin dinsel simgesi
Akşemsettin’in daha fazla öne çıkmasına izin
vermemiş, Akşemsettin de bunun üzerine İstanbul’u terkedip memleketi Göynük’te inzivaya çekilmiş ve orada ölmüştür.
(4) Bizde tarih kitaplarının önemli bir bölümü;
hangi kale kaç kişiyle alındı, kaç kişi öldü,
çarpışma nerede oldu, kahramanımız nasıl
yaralandı gibi bizim için pek gerekli olmayan
bilgilerle doludur. Oysa bize gerekli olan bilgi;
halkın yaşama biçimi, öne çıkan sorunları,
devletle ilişkisi, devlete sorun duyurma biçimi
ve devletin de halka bakış biçim ve ilgisidir.
Şeriyye sicilleri, mühimme defterleri bu konuda belirli bilgi vermektedir. Belirtmem gerekir
ki çok sınırlı Osmanlıca bilgimle arşivlerdeki
binlerce sayfalık defterleri incelemede çok
zorlandım. Bu konuda ayrıntılı incelemelere
gereksinme var. Bu alan, yetişecek iletişim
tarihçilerinin araştırmalarını bekliyor.
(5) Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Şikayet
Defterleri: 989 Sayılı Katalog Sıra No: 1-219
ve Bab-ı Asafi Defterleri 978 Sayılı Katalog Sıra No: 1014 – A
(6) 1825 yılında II. Mahmut döneminde
İzmir’de Le Spectateur de l’Orient adlı gazete
bir Fransız tarafından yayımlanmaya başlandı.
II. Mahmut bir süre sonra bu adamı İstanbul’a
çağırdı ve Moniteur Ottoman adlı saray
gazetesi çıkartılmaya başlandı. Enver Ziya
Karal, Osmanlı Tarihi VI, C. VI, TTK,
Ankara, 2000.s.189.
(7) Cumhuriyet Döneminin halkla ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız: Metin Kazancı, Kamuda ve Özel Kesimde Halkla İlişkiler,
6.Bası,Turan Kitabevi, Ankara, 2006.KAYNAKLARAkdağ M (1975) Türk Halkının Dirlik ve
Düzenlik Kavgası, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Altan Ç (2002) Tarihin Saklanan Yüzü, İnkılap
Yayınevi, İstanbul.
Avcıoğlu D (1982) Türklerin Tarihi, C. V,
Tekin Yayınevi, İstanbul.
Aydın E (2006) Nasıl Müslüman Olduk, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul.
Braudel F (1987) La Méditerranée et le Monde
Méditerranéen à l’époque de Philippe II,
Flammarion, Paris.
Busbecq C (1939) Türk Mektupları, Hüseyin
Cahit Yalçın (çev), Remzi Kitabevi, İstanbul.
Cahun L (1896) Introduction à l’Histoire de
l’Asie : Turcs et Mongols des Origines à
1405, Armand Colin, Paris.
Çadırcı M (1997) Tanzimat Döneminde
Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik
Yapısı, TTK Yayını, Ankara.
Doğru H (2006) Lehistan’da Bir Osmanlı
Sultanı, Kitap Yayınları, İstanbul.
Goowin G (1998) Osmanlı Kadınının Özel
Dünyası, Sabah Yayınları, İstanbul.
Halife M (1976) Tarih-i Gılmani , Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul.
Hammer (1991) Büyük Osmanlı Tarihi, C. IVI, M. Ata (çev), Hikmet Neşriyat, İstanbul.
İnalcık H (2000) Osmanlı’da Devlet, Hukuk,
Adalet, Eren Yayınevi, İstanbul.
İnalcık H (2003) Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ ,YKY, İstanbul.
İnalcık H (2005) Makaleler, Doğu Batı Ed,
İstanbul.
Karal E Z (2000) Osmanlı Tarihi, C.V-VIII,
TTK Yayını, Ankara..
Kazancı M (2006) Kamuda ve Özel Kesimde
Halkla İlişkiler, 6. Bası, Turan Kitabevi,
Ankara.
Kazıcı Z (2006) Osmanlı’da İhtisab Müessesesi, Bilge Yayınevi, İstanbul.
Koçu R E (1971) Tarihimizde Garip Vakalar,
Varlık Yayınları, İstanbul.
Koloğlu O (1994) Osmanlı’dan Günümüze
Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul.
Selçuk İletişim, 4, 3, 2006Lamartine Alphonse de (2005a) Aşiretten
Devlete – Osmanlı Tarihi 1, R. Uzmen (çev),
Bilge Yayınları, İstanbul.
Lamartıne Alphonse de (2005b), Cihan Hakimiyeti – Osmanlı Tarihi 2, R. Uzmen (çev),
Bilge Yayınları, İstanbul.
Lewis B (2005) Ortadoğu, S. Kölay (çev), 2.
Bası, Arkadaş Yayınları, İstanbul.
Mantran R (1962) İstanbul Dans La Seconde
Moitié du XVII’ème Siècle, Libraire Adrien Maison Neuve, Paris.
Montaigne M (1982) Denemeler, S. Eyüboğlu
(çev) Cem Yayınevi, İstanbul.
Nuri Paşa Mustafa (1992) Netayic ül Vukuat III, TTK Yayınları, Ankara.
Ortaylı İ (1987) İmparatorluğun En Uzun
Yılı, Hil Yayınevi, İstanbul .
Ortaylı İ (2006) Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, Timaş Yayınları, İstanbul.
Öztuna Y (1964) Türkiye Tarihi 2, Hayat
Yayınları, İstanbul.
Palmer A (1997) Osmanlı İmparatorluğu, B.
Çorakçı (çev), Sabah Yayınları, İstanbul.
Sakaoğlu N (1999) Bu Mülkün Sultanları, Oğlak
Yayınları, İstanbul.
Sevinç N (2005) Osmanlı’nın Yükselişi ve
Çöküşü, Bir Harf Yayını, İstanbul.
Sezgin İ (2005) Devletlü Eşkıyalar, Kaknüs
Yayınları, İstanbul.
Taberi Ebu Cafer (1867) Chronique de Taberi
Abu Ali Mohammad Balami, Zotenberg,
Gunod (çev), Paris.
Topuz H (1996) Başlangıcından Bugüne Kadar
Türk Basın Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Uzunçarşılı İ H (1984) Osmanlı Devletinin
Saray Teşkilatı, TTK Yayını, Ankara.
Uzunçarşılı İ H (1995) Osmanlı Tarihi I-IV,
TTK Yayını, Ankara.
Wheatcroft A (2004) Korkunç Türk, G.
Somuncu (çev), Aykırı TarihYayını, İstanbul.
Yetkin Ç (2003) Türk Direniş ve Devrimleri II,
Otopsi Yayınları, İstanbul.
Yücel Y ve Sevim A (1990) Türkiye Tarihi 2,
TTK Yayınları, Ankara
